GÜN BATARKEN…
Güneşin ışıklarını en yumuşak şekilde yaydığı bir zaman diliminden geçiyor yeryüzü.
Onun güzelliğine karışıp bir derleme olsun deyiverdik, çekilen kareler.
Cassandra Wilson’un seslendirdiği gibi:
Sadece seni görmek istiyorum
Güneş batarken
Bu kadar basit
Güneş batarken seni görmek istiyorum
Başkaca bir şey yok…
Yeni karelerde görüşmek üzere…

Her şey sakin gözüküyor, gökyüzü kendi sakinliğinde, havada dingin bir atmosfer; bir yudum kahvenin sıcaklığına karışan son ışıklar ve o ışıklara karışan hayaller, umutlar, geleceğe doğru, geçmişten alınan duygular. 21. Yüzyıl dünyasından istenen bir yudum huzur.

Özgürlük bir yudum da coşkudur, kollarını açıp selamlamadır, semayı, yeri, göğü; kızıl ışıkların masmavi gökleri kendi rengine boyadığı bir andır, selam olsun deriz, coşkuyla karışırız o görkemli varlığa.
Su katılan çeliğin mavisinden al kanlı kızıla geçiş eski bir Türk töresinde kutsal andın dile gelişidir de aynı zamanda. “Gök girsin, kızıl çıksın” denir.

Sen güneşsin, ışık olansın, ışıklar saçan, bir görünüp bir kaybolan, geceye ve gündüze anlam katan, varlığın da yokluğun da bir başka yeryüzünde, kimi ışığının görünmediği anları sever kendince, övgüler düzer görünmezliğine, kimi parlak sarı ışıltılar saçtığın anları yakın bulur kendine; belki de en güzeli bu batmaya, yatmaya giderken ki naif halin, ağaçlar pijamanın çizgisi oluvermiş ve sen de onu giyip bir uykuya hazırlanıyorsun gibi.

Gökyüzü ve yeryüzünün karıştığı bir kızıllıktır yansıyan, bizim gördüğümüz bu olsa da içinde toprağın umutlarını saklar, topraktan gökyüzüne yükselir, birbirini besler, tohum olur, tahıl olur, umut olur, gelecek olur, gıda olur, içine kimya da girse; kadim zamanların üretim şekillerinden alır kökünü.
“Üç uygarlık vardır” derler yeryüzünde: Pirinç, Buğday ve Mısır. (Asya, Avrupa, Amerika)
Bereketliyse toprak üçünü de yetiştirirsin aynı anda. Kirlettiğinde toprağı; sapı kalır hepsinin, elinde!

Toprağın, suyun, ağaçların duydukları bir aşktır; güneşe, ışıklarına, sıcaklığına. Onu aramak için düşledikleri hep yukarılardadır, göğe tutunmak, sarılmak istercesine yükselmeye çalışırlar, gölgeden kaçarlar. Bir ağaç için gölge korkudur, karanlıktır, saklanma ihtiyacıdır. Çoğu insanın da korkusu değil midir karanlık ve gece?

Bulutların denize dokunuşunu gördüm, deniz gök olmuş, gök kızıla dönmüş, birbirinin içinden doğmuşlar, sarılmak isteyen maşuklar gibi dolanıyorlar uzay boşluğunda, bir kartal olabilmeyi ister insan, kollarını açar, bu kızıllığa, bu sevdaya dokunur soluklar, özlemi dile gelir ve haykırır sessiz çığlıklarda “Ve bir gün gelecek gökte özgürce süzülen bir kartala gıpta ile bakmayacak insanlar” Tabii ki de “Bardağın yarısı dolu” tarafında bu gıpta.

Nereye kaçarsan kaç, bir şekilde seni bulan, hani dokunduğunda eline batan o dikenler, yanından geçerken olabildiğince dikkat sarf ettiğin, aman batmasın ama varsın yaşasınlar dediğin dikenler bile göğün ışıklarına doğru uzanmışlar, yerden suyu, gökten sıcaklığı almak için adeta dans ediyorlar.

Bulutlu halin bir başka, sisler arasında ışıklarını yaymaya çalışıyorsun, seni bulutlara girdiğin anda daha rahat görebiliyorum, kamaşmıyor gözlerim, bulutla varsın “gözümde”
Saklanıyor mu yoksa kendini göstermeye mi çalışıyorsun bilinmez, her halinle ayrı güzelsin.

Masmavi denizin iyotundan alınan güçle göğe uzanır parmaklar, bir yoga zamanının derin konsantrasyonu eşliğinde bir güneş dansı yapılır. Umut vardır figürlerinde, gelecek vardır, hayat vardır, hayal vardır, insan vardır.

Bitti günün o sımsıcak öfkesi, rüzgâr diniverdi, her şey kendi sakinliğine döndü, bir çiçeğe yaslandı gölgeler, masmavi köpükler saçan deniz kızıl bir su kütlesi oluverdi, birazdan kararacak gökyüzü, gecenin örtüsü kaplayacak her yanı

Arınmayı düşleyen bir coşkunun yansımasıdır el ve ayaklar, güneşin o bakılabilecek ışıklarına dokunma çabası, belki bir dans, belki bir an halinin dile gelişi

Düş gücünün kendini olabildiğince serbest bıraktığı anlardan biridir güneşin kendi evrenine gidişi, bir anlamda saklanışı, saklambaç oynayan küçük bir çocuk gibidir, bizler de onu saklandığı yuvasında sobelemek isteriz. Elliye kadar sayar, sonra gözlerimizi açarız. Gördüm seni, sobe…

Işık değildir gökyüzünü kaplayan, günün son dile gelişidir, sözdür, sustur, suskudur, ağacın parıldayan dallarına asılmış bir üzüm salkımıdır, suyu aydınlatır, dallara hayat verir, bıkmaz, yorulmaz, sadece bakılıp seyredilir.

Gidiyorsun yine, geleceğini bildiğim için üzülmüyor; sapsarı, derin bir sevince katıyorum duygularımı, nasıl da eminim geleceğinden, belki bir saniye sonra seni göremeyeceğimi bilsem bile.
Umutlar yüklersin bir an önce gerçekleşmesini istediğin, ozanın dile getirdiği gibi, belki yarın, belki yarından da yakın.

Gökyüzü, güneşin altın sırmalı bakışlarıyla hem hal olmuştur, güneş görkemdir, heybettir, sıcaktır ve yeri geldiğinde de aşktır; öyle bilinir yeryüzünde. Pervane ve güneşin öyküsünü harmanlamaktadır rüzgar.

Gün batımında yaşanır kovalamaca, gün upuzun ışıklarıyla senden kaçar, sen son bir telaş yakalamaya çalışırsın. Üzeri yazılmayan, adı konulmayan bir özlemdir yaşanan. Günün özlemi senin umutlarındadır; geleceğe ya da en yakın gelecek olan yarına duyduğun arzudur. Sen o batan güne el sallarken bin bir umudu da ona yükleyip hazırlarsın kendini yarına yani en yakın geleceğe