MUTLULUK
(Ahmet ALTAN)
İnsanoğlunun, kendisini tehdit eden en büyük tehlikenin üstesinden geldiği, onu yendiği ana mutluluk diyoruz; ölümle birlikte her türlü korkudan ve endişeden kurtulduğumuz ana. Neşenin, sevincin, heyecanın, coşkunun, isteğin oluşturduğu bir dağın zirvesine. Ölümle şakalaşabildiğimiz zaman parçasına.
Dağların zirvesi, o geniş, görkemli, engebeli yapının en dar yeri, en küçük parçası, uzun süre kalınması, yerleşilmesi en imkansız olan bölgesidir. Bir dağa büyük zorluklardan, çilelerden, tehlikelerden geçerek tırmanır, amacınıza ulaşıp zirveye vardıktan sonra, oraya ulaşmak için harcadığınız zamandan çok daha azını orada geçirip yeniden inmeye başlarsınız. Bütün insanların ulaşmayı amaçladığı mutluluk da, sanırım, duygulardan oluşmuş bir dağın zirvesi, en keskin, en sivri yeridir. Birçok insan o zirveye varamadan ayrılır hayattan. ‘Hayatımda hiç mutlu olmadım’ diyen insanlara siz de rastlamışsınızdır. Zirveye daha önce ulaşma şansını elde etmiş olanlar ise yeniden aynı yere bir kere daha tırmanmaya çalışır, o zirvede yaşadıkları duyguyu yeniden, bir kere daha tatmayı arzularlar.
Daha önce varmamış olanların hayal ettiği, daha önce varmış olanların özlediği mutluluğu ise tam olarak tarif edemeyiz.
Nedir bütün insanlığın tarih boyunca başını kaldırıp baktığı o zirvede yaşanan duygu?
Zirveye ulaşanın, mutlu olanın başına gelen nedir, bütün insanlığı efsunlayan o noktada ne bekler bizi? Heyecan mı, coşku mu, sevinç mi… Sanırım, hepsinin en üst noktasının birbiriyle buluştuğu, kesiştiği, hepsinden bir parça taşıyan ama hepsinden farklı bir şey. Çetin Altan ‘Mutluluk zamanı unutmaktır’ diyor. Düşünürseniz, mutlu olduğunuzda zamanı unuttuğunuzu hatırlarsınız gerçekten. Mutlu olduğunuz anlarda zaman aklınızdan silinir. Zamanla ilişkiniz kesilir. Peki, ne demektir zamanı unutmak, niye insanoğlunun varabileceği en üst noktayı ‘zamanı unutmak’ olarak tanımlayabiliyoruz? Zamanı unutmak, arkasında başka hangi unutuşları saklıyor. Sanırım, zamanı unutmak, ölümü, daha doğrusu ölüm korkusunu unutmak anlamına geliyor. ‘Ben mutluyum’ dediğiniz an ölüme aldırmadığınız, ölümden korkmadığınız, ölümden kaçmadığınız, ölümü küçümsediğiniz andır. İnsanoğlunun, kendisini tehdit eden en büyük tehlikenin üstesinden geldiği, onu yendiği ana mutluluk diyoruz, ölümle birlikte her türlü korkudan ve endişeden kurtulduğumuz ana. Neşenin, sevincin, heyecanın, coşkunun, isteğin oluşturduğu bir dağın zirvesi.
Hepimizin özlediği o korkunç özgürlük anı. Ölümle şakalaşabildiğimiz zaman parçası. Sürekli ağırlığını hissettiğimiz duygusal bir yerçekiminden kurtulup uçtuğumuzu hissetmek. Bu anlar, kaçınılmaz olarak çok kısadır. Dağın zirvesidir çünkü; en dar yeri, yaşanması mümkün olmayan bir bölge, oraya çıkar, oradan bütün hayata ve ölüme yukardan bakabilir ve tekrar ineriz. Bizi oraya çıkaracak yolları az çok biliriz. Bir başkasını kendimizden ve hayattan daha fazla sevmek o yollardan birinin başıdır, onun bizim için aynı duyguları paylaştığını duymak ise o zirveye vardığımız an. Aşk bizi zirveye taşıyan ama tırmanırken hep bir uçuruma düşme ihtimalini de hayatımızın içinde tutan yollardan biridir. Benzer bir duyguyu büyük bir halk ayaklanmasına, bir devrime katıldığımızda da hissedebiliriz. Birçok insan ölüme, ölümü unuttuğu o büyülenmiş halde, büyük değişimde payı olduğunu düşünerek yürür. Çaresi bulunmamış bir hastalığın çaresini bulduğumuz, iyi olduğuna inandığımız bir eseri tamamladığımız anlar da ölümü unuttuğumuz, ölüm korkusunu aklımızdan sildiğimiz, ölümü yendiğimiz anlardır.
Büyük bir aşk yaşamış olanlar yeniden bir aşk yaşamak, bir hastalığa çare bulanlar yeni bir hastalığın daha çaresini bulmak, bir eser yaratanlar bir tane daha yaratmak ister. O zirveye ulaştıktan sonra, dağın başka hiçbir yeri artık onları tatmin etmez. Zirveye hiç ulaşmamış olanlar ise görmedikleri bir yerin efsanesini dinler, oraya ulaşmayı düşlerler. Ölüm korkusunu yendiğimiz, korkulardan kurtulduğumuz o korkunç ana neden bütün insanlar ulaşamaz peki, neden o zirveye giden yollar çok kalabalık değildir, neden o dağın patikalarında olması gerekenden daha az insana rastlarız. Bunca lafı edilen mutluluğun yolları neden bu kadar tenhadır? Herkes o yolları az çok bildiği halde, neden büyük bir akın yaşanmaz zirveye doğru? Bir dağa tırmanmak kolay değildir çünkü. Zirve ne kadar büyülü, ne kadar çekici olursa olsun, oraya giden yollarda insan yiyen canavarlar, keskin kayalar, derin uçurumlar bulunur. Ölüm korkusunu yenmek için ölümü göze almak gerekebilir, birçok insan o yollarda kaybolur da. O dağın eteklerinde çok kurban yatar. Belki de bu yüzden o dağın eteklerinde yaşayan o büyük kalabalık, bir ayaklarının dibinde yatan kurbanlara, bir de dağın gümüş bir çiçek gibi parlayan zirvesine bakıp olduğu yerde kalır. Hiç kımıldamadan mutluluk üzerine konuşurlar, bir gün kendilerinin de yola koyulacağından söz ederler, kendilerine bir yol arkadaşı, bir rehber ararlar, tehlikesiz bir yol olup olmadığını soruştururlar.
Dağı tırmananlar ise, tırmanırken harcadıkları zamandan çok daha azını geçirebilir zirvede. Ölüme ve hayata tepeden, aldırmadan, gülümseyerek baktıkları zaman parçası çok kısadır ama unutulmazdır. Birçoğu bir daha yaşayamaz o duyguyu. Ya yeniden yola koyulmaya güçleri yetmez ya çok iyi bildiklerini sandıkları bir yolda kaybolurlar. Ama zirve hep orada durur. Gümüş bir çiçek gibi parlar. Ölüm korkusunun unutulduğu andır o.
Bir dudağın bir sözcüğü fısıldadığı, bir devrimde koştuğunuz, bir hastalığa çare bulduğunuz, unutulmayacak bir konçertonun son notasını yazdığınız andır.
Muhteşemdir.
Ölümü unuttuğunuz anı hiç unutmazsınız.
‘Ben mutlu olmuştum’ dersiniz.
‘Nedir mutluluk’ derler.
‘Ölümü unuttuğunuz andır’ dersiniz.