Doğada malzemesiz geçen yıllar – Anılar

SONSÖZ GİBİ İLK SÖZ

Önceleri malzemeleri nasıl yaparız ya da nerede bulabiliriz diye düşünüyorduk, şimdi ise kataloglardan bakıp bunları nasıl  alabiliriz diye düşünüyoruz.

Deneyimler ve malzemeler geliştikçe sizin yapacağınız faaliyetin de boyutları değişiyor ve doğanın daha farklı koşullarını yaşama şansına sahip oluyorsunuz…Ve kulağınızda Carlos Castenada’nın “Don Juan’ın Öğretileri”nde yazmış olduğu bir sözcük yankılanıyor:

Yalnızca yüreği olan yollarda yürürüm ben, yürek taşıyan herhangi bir yolda.
O yolda ilerlerim; ve inanırım ki uğruna baş komaya değer tek uğraş bir yolu bütünüyle aşmaktır.
Ve, sonra soluğum tutulmuş, bakarak, bakarak ilerlerim o yolda.

GEÇMİŞTEN ANILAR

Doğa Sporları ya da geniş anlamıyla söylersek doğada yaşam ve onu bir yaşam biçimi olarak algılamak kendine özgü koşulları olan öznel bir durum. Doğaya çıkan bir kişinin çok değişkenli koşulları olduğu gibi, doğanın da kendine özgü ve bizce acımasız olan bir “nefes alışı” var.

İnsanın içine bir kez düştü mü doğa aşkı, ondan kaçıp kurtulması mümkün olmuyor nedense. Her fırsat ve koşulda ona ulaşmak; onun nefesini duymak için türlü çeşit özverilerde bulunuyor insanoğlu…

İşte aşağıda kişisel doğa tarihimizin sayfaları arasından bulup çıkardığımız ve “malzemesizlik ama yine de doğa” temelinde değerlendirilebilecek ilginç anılar topluluğu var. Doğa onun nefes alışını duyumsayabilmek için bizleri “doğa malzemesi” dediğimiz nesnelerin alımına zorluyor. Bunları çeşitli mağazalarda bulmak şimdilik kolay; eğer yeterli alım gücünüz varsa raflarda sıra sıra sizleri bekliyor ama yakın geçmişte ne bu malzemeler vardı sıra sıra ne de onları alacak ekonomik güç.

CAM ŞİŞELER ve ADİDAS ÇANTA

Trekking amaçlı ilk yürüyüşümüz fakülte yıllarında (1982-83) ev sahibimizin oğlu sayesinde başlamıştı. “Neler yapıyorsunuz” gibi sohbet ısıtma sorusuna “Biz hafta sonları yürüyüş yaparız, katılmak ister misiniz?” gibi bir yanıt alınca yüreğimizin derinliklerinde yatan aslanın uyanması hiç de zor olmadı. Sadece çıkış saatini sorduğumuzu anımsıyorum, saat 08.00’de Karşıyaka (İzmir) durağında buluşuruz.

Yanımıza ne alacaktık, yürüyüş kaç saat sürecekti, ne giymeliydik? bunların hiçbiri yoktu, sadece gidecektik ve bu da bize yetiyordu…

Ne sırt çantamız vardı ne de doğaya çıkarken bize gerekecek herhangi bir malzeme. Yanımıza su alalım susarız dendiğinde ilk akla gelen evdeki kola şişeleri oldu. Pet değil, cam şişeler, içinde taşıdığı su kadar da şişenin ağırlığı geliyordu çünkü o zamanlar pet şişeler henüz ülkemize gelmemişti (gelmesi de pek hayırlı olmadı ya neyse) birbuçuk litrelik cam kola şişelerinden kişi başı bir tane almıştık ve dört kişiydik, iyi güzel de bunları koyacak ne torba ne de sırt çantası vardı, hemen benim eşyalarımı taşıdığım Adidas marka el çantasını boşaltıp içine bu su şişelerini doldurduk, çantayı yan çevirip kollarından kollarımızı geçirdik ve işte al sana sırt çantası diyerek çanta işini hallettik.

Koca bir gün dördümüzün de omuzları yerinden çıktı ama yapacak başka bir şey de yoktu.

Daha sonra İzmir’deki alışveriş yerlerini gezerek sırt çantası aradım kendime ama koca İzmir’de o yıllarda bir sırt çantası bulamadım. Sadece bir yerde şimdiki ilkokul çocuklarının sırtına taktığı küçük bir çanta vardı ve fiyatı da alınamayacak ölçüde pahalıydı.

SU GEÇİRMEYEN ÇADIR

Günübirlik geziler doğaya olan tutkumuzu kesmek yerine daha da alevlendirdiğinden artık gece kamplarına da kalmamız gerektiğine inanıyorduk, havalar sıcak olduğunda battaniyelere fermuar diktirerek yaptığımız basit tulumlar bizi idare etse de yağmurlu havalarda gezileri iptal etmek zorunda kalıyorduk. Bizi yağmurdan koruyacak bir çadır edinmenin zamanı gelmişti ama memlekette öyle yanında taşınabilir portatif çadırlar yoktu.

Biz yapalım dedik; yapar mıyız yaparız, çadır dediğin nedir ki, su geçirmeyen bir brandayı çattık mı tamamdır. Demirlerini de söküp takmalı yaparız böylece rahatlıkla yanımızda taşırız. Plan tamamdı. Su geçirmeyen bir kumaş aramaya çıkmıştık, en sonunda bir toptancıda yeni ithal edilmiş naylon ve brandaya göre nispeten ince örtü bulduk, satıcı bunlar kesinlikle su geçirmez diyerek örtüyü musluğun altına tuttu, gerçekten de geçirmiyordu, sevinçten havalara uçuyorduk. Koca bir günümüz ise tornacıda demirlerin ucuna vida ve karşılığını kaynatmakla geçti…

Sonunda yarım silindir şeklinde su geçirmeyen bir çadırımız olmuştu ve maliyeti paylaştırdığımız için pahalı da gelmemişti bize. Ertesi gün sırt çantalarımız sırtımızda (askeri sırt çantaları bulmuş ve onları siyah kumaş boyası ile boyamıştık, bize bunları orijinal renklerinde kullanmak yasak, görürlerse alırlar demişlerdi) su geçirmeyen çadırımızı denemek için yola düştük.

Hava kapalıydı, yağmur yağıp yağmama konusunda kararsızdı, gece ateş başı sohbetinden sonra çadırımızı özenle kurduk ve sabaha dek deliksiz uyuduk.

Sabah uyandığımızda hepimizin suratı bir karış asıktı, olmamıştı, yine yağmura yenik düşmüştük, her yer ıslaktı ve sanki üzerimize kovayla su dökmüşlerdi…

“Ne yağmur yağmış akşam, hiç de duymadık halbuki” dedik ve dışarı çıktık. O da ne!!! yerde yağmurdan iz bile yok ve pırıl pırıl bir hava.

Kısa sürede anladık olayı, havalandırması olmayan ve “su geçmesin de ne olursa olsun” denen çadır kendi buharımızla bizi ıslatmıştı. Şimdilerde çadır deyip de geçme, bunun 3 mevsimi, 4 mevsimi ve 5 mevsimi var diyor ve North Pole çadırların fiyatlarını araştırıyoruz.


ÇİÇEKLİ TULUMLAR

Bir sabah evden çıkmış arkadaşa uğramak için cadde boyunca ilerliyordum. Az ileride yol kenarında parketmiş eski bir arabanın başında küçük bir kalabalık vardı. Yanlarından geçerken göz ucuyla ne için toplandıklarına baktım. Bir şeyler satılıyordu, bir kaç adım attım ve aniden geri döndüm!!! O da neydi öyle… arabanın bagajında satılık uyku tulumları vardı, dünyalar benim olmuştu, tulumlar pamuklu bir yorgan niteliğinde olsa bile orijinal fermuarlıydı ve tulum adı altında satılıyordu, desenleri de bol çiçekliydi, o anki sevinci bu satırlara taşımak hiç de öyle kolay bir iş değil. Bu tulumlar uzun süre doğayı bizle paylaştılar.

ROMEN PAZARI

Haftanın belirli günlerinde kentte kurulan Romen Pazarını dolaşmak bizler için kaçınılmaz bir olay halini almıştı, kamp malzemelerini ucuz fiyata bulabilmek mümkündü buralarda; neler almadık ki bu pazarlardan: kafa lambaları, gaz ocakları, seyyar çantalı balta, testere, kazma türü aletler, alüminyum profilli ağır sırt çantaları, her işe yarar çakılar, termoslar vb. yoklukta iyi gidiyordu bu malzemeler.

Romen Pazarı ve askeri kaynaklardan temin edilen eski malzemeler ile doğanın daha sert koşullarında ona eşlik edebiliyorduk artık. İki pançodan bir çadır yapılıyor, ağır kampetlerde yatıyorduk, süngerlerin yerini ise askeri matlar almaya başlamıştı ama her şey ağırdı, her şey çok ağır…

HAVLAYAN KÖPEK ISIRMAZ-MIŞ DERLER

İzmir’de yaptığımız ilk trekkinglerden birindeyiz. Yedi kişi kamp yerinde fazla oyalandığımızdan olacak dönüşte karanlığa kaldık, ay ışığı çevreyi aydınlatıyor bereket, elimizde baton olarak kullandığımız sopalar ile bir tepenin yamacında ki patikadan konuşa konuşa ilerliyoruz, köy ışıkları ileride.

Bir süre sonra gecenin sessizliğini köpeklerin canhıraş havlamaları bozuyor. Sesler gittikçe bize doğru yaklaşıyor, tepeden aşağı doğru kalabalık bir köpek sürüsü üzerimize geliyor, ne yapacağız derken hemen bir savunma düzeni alıyoruz, herkes sopaların savrulma mesafesinde açılarak köpekleri bekliyoruz fakat yine de içimizde bir korku yok değil, hiç bu kadar kalabalık bir köpek sürüsü ile karşılaşmadık şimdiye dek, sanki köyün tüm köpekleri ipini koparmış bize doğru geliyor, iyice yaklaştıklarında birimiz nasıl olduysa ya korkudan ya da refleks olarak can havliyle bağırmaya başlıyor, bir anlık şaşkınlıktan sonra hepimiz bir ağızdan çok sesli müzik korosu gibi bağırmaya başlıyoruz, bağırıyor, uluyor ağzımızdan geleni ardımıza koymuyoruz, ortalık sesten geçilmiyor, bir yanda köpek havlamaları diğer yanda bizim havlamayla karışık bağırmalarımız…

Neyse istenen oluyor, köpekler bu toplu feryadı duyunca az ilerimizde duruyorlar, biz de bundan faydalanıp topukları yavaştan yağlıyoruz…

ATEŞTEN DAİRE

Kışın ortasında soğuk bir havada orman içinde bir gece kampındayız. Hava o kadar soğuk ki bardaklarımızı derede yıkadıktan sonra suları süzülsün diye taşların üzerine bırakıp bir süre sonra aldığımızda bardakların taşlara yapıştığını ve küçük olanları kaldırdığını görüyoruz.

Çevreden topladığımız kırık çürük ağaç parçaları ile kuvvetli bir ateş yakıyoruz, yarım saatte bir bir kaç kişilik gruplar halinde odun toplamaya çıkıyoruz, o gece belki de bir ailenin bir kışlık odununu yakıyoruz kamp yerinde. Sabah kadar yanacak bir kaç büyük ağacı da ateşe bırakıp nöbetleşe uyuyoruz.

Sabah kalktığımızda bir de bakalım ki, her yere kırağı düşmüş, yerler bembeyaz kesilmiş fakat bizim ateşin çevresinde 10 metre çapındaki bir alanda bir tek kırağı tanesi gözükmüyor, beyaz bir tarlanın ortasında yuvarlak bir daire gibi ateşimiz bizi kırağıdan korumuş; eeee o kadar odun yakarsak korur tabiki…

OVALI-DAĞLI AYRIMI

Kaz Dağlarında ilk defa doğa yürüyüşü yapacağımız bir bölgeye gidiyoruz, köyde yaşayan Rıza adındaki tanıdığımızdan (Toprağı bol olsun) o sabah ayrıntılı bir yol tarifi de alıyoruz. Tarifte iki tane ayrıntı var: birinci kerteriz yangın kulesi, diğeri ise “Düzlük” diye tabir edilen bir bölge, “geniş bir düzlüğe geleceksiniz oradaki ağaçların arasındaki patikaya girmelisiniz, oradan devam edin, diyor.

Yola koyuluyoruz fakat ortalığı kaplayan sis ile birlikte ilk kerterizimiz olan yangın kulesini görmek mümkün değil, burnumuzun ucunu dahi göremiyoruz bir süre, sis biraz açıldıktan sonra yola devam ediyoruz fakat bu kez de bir türlü “Düzlük” göremiyoruz, saatler ilerliyor, herhalde daha baştan yanlış yola saptık diyerek ilerliyoruz, tarifte yer alan hiçbir nokta ile karşılaşmıyoruz ve kendimizce uygun olan bir yerde mola verip “iki panço-bir çadır” kampımızı kuruyoruz.

Gece yarısı yağmaya başlayan şiddetli bir yağmur ile birlikte askeri pançolar yarım saat sonra suyu bir basma-pazen gibi içeri alıyor, sabahı her yerimiz ıslak bir şekilde kalkıyoruz, yağmur bir ara kesilir gibi oluyor, fırsat bu fırsat deyip kampı topluyor ve dönüşe geçiyoruz.

Akşamüstü köy kahvesindeyiz; kahvedekiler daha sonra “Siz içeri girdiniz dışarıya dere gibi su aktı” diyerek ıslaklığımızı bize vurguluyorlar. Az sonra kahveye tarif aldığımız Rıza geliyor; “Nasıl yolu buldunuz mu” diyerek yüzümüze bakıyor, “Yahu Rıza sen bize nasıl tarif yaptın, çizdiğin hiç bir yeri göremedik” diyoruz.

Gece köy konağında kurulandıktan sonra sabahı bir kez daha denemeye karar veriyoruz, bu sefer halimize acımış olmalı; Rıza bize rehberlik yapmayı teklif ediyor, memnuniyetle kabul ediyoruz. Ve Rıza önde biz arkada bir gün önce geçtiğimiz yerleri tekrar geçiyoruz. İşte diyor; size tarif ettiğim düzlüğe geldik, siz burayı nasıl oldu da bulamadınız, şaşırıyor ve birbirimizin suratına bakıyoruz, “Yahu Rıza biz burayı bulduk bulmasına da burası düzlük mü Allahaşkına?!!!” “Evet” diyor Rıza, köylüler buraya “Düzlük”, der.

Anlıyoruz sonunda, aradaki farkı, bizim gibi ovada yetişmiş birinin düzlük anlayışı ile dağda yaşayan birinin düzlük anlayışı çok farklı, biz düzlük dendiğinde geniş bir alan hayal ederken, Rıza için düzlük “Ceza Sahası” kadar geniş(!) bir yer-miş.

(Fırsat buldukça, anıları paylaşmaya devam edeceğim, öyle çok var ki…)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir