Dağlar Benim olsun

Dağlar Benim Olsun!

YABANCI, yine o kayanın üstünde oturdu. Kaya da görkemliydi, oturuşu da…

Sık sık göğsüne eğik tuttuğu o esrarlı başını bu kez arkaya eğdi. Ve o delici, o dayanılmaz gözlerini göklere çevirdi.

Uzaktan bakan, yüksele yüksele başı göklere değecek sanabilirdi.. Veya eğile eğile gökler onun başını öpecek diyebilirdi…

Zaten o, gözlerini ya göklere çevirip dışardaki evreni seyrederdi ya da göğsünün üstüne eğilip içindeki evreni izlerdi…

İnsanların yüzüne, özellikle gözlerine fazla bakmazdı. O baktığında insanlar erircesine rahatsız olurdu. ‘Bu Yabancı denen adam bize niçin böylesine acaip bakıyor? Ne bildiği var bizimle?!’ diye şikáyet edenler çoktu… Bu yüzden insanların gözlerine bakmamayı yeğlerdi Yabancı…

‘Onlara acıyorum, onun için gözlerine fazla bakmıyorum’ derdi.

‘Neden acıyorsun onlara?’ diye sorulduğunda, ‘Ben bakınca içlerinde ne varsa önlerine dökülüyor; utanıyorlar, acı çekiyorlar. Onları utandırmak istemiyorum’ diye cevap verirdi.

GÖZLERİM AYNA GİBİ

Yabancı bu konuda bazen de şöyle derdi:

‘Benim gözlerim insanların iç dünyalarını gösteren bir ayna gibidir. O aynaya bakınca sakladıklarını görürler. O yüzden benden hep uzak durmayı tercih ederler. Esasında onlar benim gözlerimden değil, gözlerimde gördükleri iç dünyalarından kaçarlar. Ama bunu söylemezler. Ben de söylemem; yüzlerine vurmam.’

Yabancı’nın dağlarda mekán tutmasının sebeplerinden biri de buydu.

Kentlerdekilere ‘yerdekiler’ veya ‘aşağıdakiler’ derdi. ‘Yukarı’ onun için dağlardı. Bu yüzden tiksinirdi yerden ve yerdekilerden… Bu yüzden rahat edemezdi yerdekiler arasında…

Bu yüzden hep göklere bakar, fırsat buldukça dağlara kaçardı…

Ve her yerde ‘Yabancı’ diye anılması da bu yüzdendi..

Onun ‘Yabancı’ diye anılmadığı hiçbir kent yoktur.

O gün yine dağlara kaçmıştı.

Sevdiği kayanın üstünde başını geriye attı, gözlerini yine göklere dikti. Ve daldı ötelere, ta ötelere… Sonra başını eğdi ve aşağıya, yere, yerdekilere baktı bir süre… Ve biraz ağlamaklı, biraz yakarmaklı, ama biraz da sitemli bir sesle mırıldanmaya başladı:

Tanrım! Dağlar benim olsun, diğer şeylerin tümü aşağıdakilerin!..

Tanrım! Ben, Yabancı diye anıldığım bu yerküreden pay olarak yalnız dağları istiyorum. Sadece dağlar benim olsun, aşağıdaki her şey herkesin olsun!..

Sonra sesini biraz yükseltti ve konuşmaya devam etti:

Dağlar benim olsun, ey insanlar! Dağlar benim olsun; diğer her şey sizin olsun, size kalsın!

Şehirler, nehirler, sığınaklar, barınaklar, görkemli binalar ve o binalara götüren kocaman tüneller, şerit şerit yollar sizin olsun… Yapraklı, engebeli, dimdik, taşlı-dikenli patikalar benim olsun!

Dağlara götüren yollar benim olsun, ey insanlar!

ŞEHVET iLE UYKU

Üzerlerine çöken kara dumanları delip yukarılara çıkmak için didinen o kocaman kentler sizin olsun. Kentlerle kavgaya tenezzül etmeyip kenara çekilen ve sadece solumakla avunan dağlar benim olsun…

Kent sofralarının bin lezzetle donatılmış yüzlerce aşı, gökdelenlerin servet, ün, para ve kudret getiren her işi sizin olsun.

Bana yalnız şu avare dağları verin, ey insanlar!

Sadece dağlar benim olsun…

Yusyumuşak ve büsbüyük yatakların şehvetlerle dolu kucaklarında siz yatın.

Deliksiz ve kesiksiz uykuları siz uyuyun, ey insanlar!

Bilirim, ayrılmaz ikizlerdir şehvetle uyku.

Deliksiz uykular, şehvet memesinden beslenenlere yaraşır. Dağlarla dost olanlar deliksiz uykularla barışamaz. Çünkü şehvetle dost değildir onlar…

O yüzden kentler, yataklar ve şehvetler sizindir.

Ama bırakın dağlar benim olsun!

ÖLÜMCÜL UYKULAR

Uçları sivrilmiş taş parçalarıyla karışık yaprak kümeleri üstüne uzanıp uykumu ha bire bölerek sabahlamayı bana bırakın. Dikenli ve ot kokulu tümseklerde bir dalıp bir ayılmayı bana verin.

Tüm kaygılardan uzak tutan uykulara ben ‘ölümcül uykular’ diyorum. Oysaki sizin dilinizde bu uykular ‘doyumsuz uykular’ diye anılmaktadır.

Sizin uykularınıza kentlerdeki büyük ve yumuşak yataklar gerekir. Benim kaygı dolu uykularım ise tümseklerde, kuytularda da uyunur.

Kaygı bilmez uykular sizin olsun, ey insanlar!

Dağlarda geceler boyu yıldızları ben sayayım, yağmur ve tipi seslerini ben dinleyeyim…

Dağların öfkelerini göğüslemek çok zordur. Zor olanı bana verin, ey insanlar!..

Bırakın dağlar benim olsun!

Tanrım! Kentin kahpe dumanlarıyla başları derde girmiş olsa da bana yine dağları ver!

Her şey ama her şey aşağıdakilerin olsun! Sadece dağlar benim olsun!

Aşağıdaki her şeyi aşağıdakilere, ey Tanrım, ama dağları bana ver!

Dağlar benim olsun!..

YUKARI GİTMELİYİM

Bunları düşündü, böyle yakardı bir süre.

Karanlık çökmüş, geceyi getiren sesler ortalığı doldurmuştu.

Gece zaten çok kısaydı.

Kaygılı uykularını uyurken öteleri dolaşıp geri geldiğinde sabahın ilk ışıklarını vadilere, kente dökülmeye başladığını gördü.

Aşağıya baktı.

Kent ışıklarının simsiyah dumanla başa çıkamayıp sönmeyi kabul ettiklerini anladı. Yüzünü buruşturdu, ama elinde olmayarak hafifçe gülümsedi.

Kayanın üstünde doğruldu. Sırtını aşağıya dönüp yüzünü dağın daha yukarılarına çevirdi.

Ve bir yabancıya yaraşır adımlarla dağın bilinmeyen yerlerine, daha yüksek uçlarına doğru yürümeye başladı… Şöyle mırıldanıyordu:

Tanrım! Aşağıya ve aşağıdakilere baktıkça yaratılmış en iğrenç kokular burnuma doluyor.

Yukarılara, daha yukarılara gitmeliyim!..

Dağların daha yükseklerine çıkmalıyım!..

Ve dağları yarattığı için Tanrı’ya şükretmeliyim!…

(Yazarını bulamadığım; bir kaynakta Semra Fayez adıyla paylaşılmış bir yazı. Nietzsche’yi andırıyor.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir